21. YÜZYILDA TÜRKİYE’NİN ROLU
Son yıllarda uluslararası arenada Türkiye’nin yükselen gücü, pek çok gözlemci için dikkat çekici bir dönüşüm sinyali veriyor. Artık eskisi gibi pasif bir aktör değil; ülke, kendi stratejik hamleleriyle hem iç hem de dış politikada yeni bir duruş sergiliyor. Türkiye’nin bu güçlü yükselişi, sadece kendi sınırlarını değil, komşu ülkeleri ve tüm bölgeyi etkileyen geniş çaplı bir dönüşümün habercisi olarak görülüyor.
Türkiye, bölgedeki konumunu yeniden tanımlarken; ABD’nin iç dinamiklerine odaklanması, Avrupa’nın artan yalnızlığı ve parçalanma tehlikesiyle birlikte, yeni bir güç dengesinin oluşumuna zemin hazırlıyor. Bu süreçte, terör unsurları ve örgütler – özellikle PKK gibi unsurlar – eskisi kadar etkili olamaz hale geliyor. Bu durum, sadece terörle mücadelede değil, aynı zamanda uluslararası ittifaklar ve stratejik iş birliklerinde de Türkiye’ye yeni kapılar açıyor.
Görünen o ki, Türkiye sadece kendi çıkarlarını korumakla kalmayıp, Suriye ve hatta tüm bölge için bir kurtuluş projesi geliştiriyor. İddialara göre, bölgedeki pek çok sorun artık eski güç dengelerinin ötesinde, yeni bir tarihsel dönemin eşiğinde yer alıyor. Bu dönüşüm, İsrail’in varlığına bile gölge düşürecek boyutta bir güç dengesi yaratma potansiyeline sahip. Böyle bir senaryoda, terörün yer bulabileceği alanlar hızla yok olurken, bölgedeki tüm aktörler kendi varlıklarını sürdürme konusunda daha temkinli adımlar atmak zorunda kalacak.
Geleneksel güç merkezlerinin yer değiştirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin kendi iç meselelerine yoğunlaşması, Amerikan hegemonyasının zayıfladığını gösteriyor. Bu durum, “Yeni Amerikan Yüzyılı”nın planlarının beklenen etkiyi yaratamamasıyla sonuçlanırken, Avrupa’nın da kendi içinde parçalanma riskini artırıyor. Bu noktada Türkiye, bölgesel güç olarak ortaya çıkarak eski düzenin yerini alabilir mi sorusu bir kez daha gündeme geliyor.
Terörün Sonu mu, Yeni Bir Başlangıç mı?
Bütün bu gelişmeler, terör unsurlarının varlık alanını daraltırken; aynı zamanda ülkelerin ve milletlerin imha edilebileceği korkusunu da beraberinde getiriyor. Türkiye’nin son bir iyimserlikle hareket ettiği bu kritik dönemde, eğer başarılı olunursa, tüm bölgesel denge baştan şekillenecek; aksi takdirde ise ciddi sonuçlar kaçınılmaz olacak. Böyle bir senaryoda, uluslararası toplumun, diplomasi ve stratejik iş birlikleriyle bu değişim sürecine ortak olması kaçınılmaz görünüyor.
Sonuç olarak, 20. yüzyılın şartları sona ererken, yeni bir tarihsel dönemin eşiğindeyiz. Türkiye’nin yükselen gücü ve bölgesel liderlik iddiası, sadece kendi kaderini değil, tüm bölgenin geleceğini belirleyecek bir etkiye sahip. Bu noktada, tüm aktörlerin daha temkinli, iş birliğine dayalı ve uzun vadeli stratejiler geliştirmesi gerektiği açıkça ortada.